Ağır Aksak Gidiyor Dünya 7

İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi.


Kara Durmaz o gün evine geç geldi. Çok yorgundu. Meral şimdiye kadar onu hiç bu şekilde, bu yüzle, bu ruh haliyle görmemişti. Kocası vuku bulan olaylardan, bu olayların arasında yaşamaktan bıkıp geri çekilmeye çalışsa da, bir başkası "Yaşayacaksın, yaşa!" diye arkasından itiyormuş gibiydi. Gelir gelmez doğru iç odaya geçti. Bugün ömründe ilk defa bir günde dört adamın birden başını vurmuştu. Bizzat Emir'in buyruğuyla "Suçluların hepsinin cezası bir günde verilsin." diye ferman çıkarmışlardı. Onlar saraya karşı baş kaldırmayı planlayan saraylılar ve onların dışarıdan arkadaşlarıydı. Aslında Kara Durmaz'ın kafası sertleşeceği kadar sertleşmişti, bir günde dört değil, sekiz adam kesmesi gerekse de bu kadar ağır gelmezdi ona. Ama bugünkü başları vurmak onun için şimdiye kadar kestiği bütün ellerin, başların toplamından daha  ağırdı.
İki tabip ile Kara Durmaz her zamanki rahatlıklarıyla siyaset meydanında ceza verilecek adamları bekliyorlardı. Özellikle Kara Durmaz o kadar rahattı ki onun için şimdi el mi kesecek, baş mı vuracak farkı yok gibiydi. Her ne olacaksa çabucak olup geçmesi en iyisiydi. Ama her nedense cezalandırılacak adamların gelişi gecikiyordu. Kara Durmaz zaten parıl parıl parlayan baltasının yassı tarafındaki göze görünmeyen kılları siliyor gibi yaptı. Onun bu hareketi bir şey rica etmek için bir yüksek mevkili adamın yanına gidildiğinde onun elbisesindeki göze görünmeyen tozları dalkavuklukla silkiyor gibi yapmaya benziyordu. Gerçekten de böyle mühim bir iş şimdi bu baltanın sayesinde bitirilecekti.
Kara Durmaz genellikle ceza verilecek adamların yüzüne bakmazdı. Onun yerine hiç yeri değişmeyen kütüğün duruşuna ve her seferinde onun önüne yazılan kumaşa dikkat ederdi. Cezalandırılacaklar gelmişse de tabipler henüz kumaşı yazmamışlardı. Öfkeyle gözünü kaldırıp tabiplere baktı. Onlar çok heyecanlıydılar, üstelik iki gözleri cezalandırılmak için meydana getirilenlerdeydi. Kara Durmaz da gayri ihtiyari onlara baktı. Bakmasıyla da "hii-i..." diye içini çekmesi bir oldu. Bağlı gözlerin sekizi birden "hii-i..."nin geldiği tarafa döndüler. Gözler bağlı da olsa görmek, ağızlar bağlı da olsa konuşmak istiyor gibiydiler. Bu paniklemeyi sezen subaşı "Cellat!" diye bağırdı. Sanki bu sesle her şey yerli yerine oturmuş gibi oldu. Tabipler derhal kumaşı yazdılar, askerler birinci başı kütüğe koydular. O Emir'in büyük vezirlerinden birinin kara başıydı.
Kara Durmaz babasının "Tanıdığın adamları cezalandırmak zorunda kaldığın zaman işine daha da dikkat et. Sen hükümdarın hükmünü yerine getiriyorsun. Karşındaki ise önce Allah'ın, sonra da onun yerdeki vekilinin gazabına duçar olmuş bir kulcağız. Senin işine daha fazla dikkat etmen, buyruğu daha güzel yerine getirmen tanıdığın o adama yapabileceğin en son yardımdır." dediğini hatırladı.
Kara Durmaz dikkatini toplayıp baltayı çıplak boyna indirdi. Balta işi bitirdim der gibi tok bir sesle kütüğe ulaştı. Zeminine kum döşenen meydanda ayak sesi bile işitilmezdi. Fırlayıp giden kafa yere yazılı kumaşın üstüne biraz yan yatmış şekilde düştü. Ama sanki bu meydanda sadece baltanın sesi işitilmeliymiş gibi ondan ses soluk çıkmadı. Başsız kalan gövdeyi kenarda serilen çadırın üstüne sürüdüler. Tabiplerden biri içinde kafa olan kumaşı dürüp kenara koydu ve başka birini serdi. Kara Durmaz neredeyse baltasındaki kanı yerde yatan, işin başında hazır edilip konulmuş paçavraya silmeyi unutuyordu. Bu arada ikinci tanış kelle de kütükte hazır halde bekliyordu. O sarayın itibarlı kumandanlarından biriydi. Sarayda herkes onun katıldığı savaşları hatırlar, ona biraz hürmet, biraz da kıskançlıkla bakarlardı. Şimdi ise onun tepesinden balta pırıldayarak bakıyordu. İşte balta bir kere daha tok sesiyle konuştu.
Kesilmesi gereken üçüncü baş, Şehdi Tabibin başıydı. Kara Durmaz'ın elinde ölecek olması Şehdi Tabibe fena tesir etmişti. Henüz gözleri ağzı bağlanmadan o bir sözünde "Bu feleğin oyununa baksana. Tanımadığımız bir adama başımızı aldırsa olmuyor muydu? O da kendini üzmezdi, biz de üzülmezdik." dedi. Yıllarca orduda hizmet eden yanlarındaki serdar ona: "Kara Durmaz'ın üzüleceğini nereden biliyorsun? Onun yüreği katmer katmer olmuş, katılaşmış kalmıştır. Ayağındaki ayakkabının kayışından yumuşak değildir kalbi." diye karşılık verdi.
"Öyle deme komutan. O da adam evladıdır. Gül gibi oğulcuğu var. Yüreği kayış gibi olan adamın çocuğu öyle olamaz."
"Çocuğun kendi hayatı, babasının kendi hayatı var. Evlensen karın çocuğunu ikiz ikiz bile doğurur. Altın gibi babalarının yüzüne kara çalan oğullar az mı? Çocuk denilen de imtihan için dünyaya gelenlerin biri. Babasız anasız yetim büyüseler de onlara 'Yetim büyüdünüz.' diyen olmaz. Ama yüreğini kayış gibi edip kendi çocuğunu kendin yetim gibi büyütürsen cevap vermek zorunda kalırsın."
"Serdar ne diye cellada kızıyorsun? Onun suçu mu var bu işte?.."
"Ben suçlu aramıyorum Tabip."
Bundan sonra bu konuşmalarının artık kimsenin hoşuna gitmeyeceğini anlayan Şehdi Tabip sorularını kendine sordu, soruların cevabını da kendi verdi. Şehdi Tabip'in diğer yoldaşları şu anki hallerinde hiç kimseye kendinden iyi musahibin olamayacağını anlamış gibi seslerini çıkarmadan oturuyorlardı. Şehdi Tabip ancak ağzı gözü bağlandıktan sonra kendisiyle soru cevap alıp vermeyi bıraktı. Ondan açık kalan kulaklarını kullanmak talep edilmiş gibi oldu. Kara Durmaz'ın "hi-ii..."si onu daha da karışık duygulara itti. Meydandaki subayın "Cellat!" diye bağırması ona insan sesinin böyle korkunç, böyle kötü de olabileceğini gösterip şaşırttı tabibi, "Demek hala şaşırabiliyorum." diye düşündü. Sonra baltanın sesini ikinci kez duyunca o kendine gelmişti.
Tabip kendi başını kendisi kestirmeden koparmak istiyormuş gibi iki tarafa sallıyordu. Belki o son defa dünya ışığını görmek istemiştir. Ya da başını Kara Durmaz mı vuracak başka biri mi onu anlamak istemiştir. O daha dün onun al kan içinde yatan oğluna yardım etmemiş miydi? Belki o şimdi Kara Durmaz'a yardım etmek için böyle hareket ediyordur. Ona şimdiye kadar bilmediği, Şehdi Tabip söylemezse başka hiç kimsenin söyleyemeyeceği bir hakikati duyurmak istiyordur. Belki Kara Durmaz'a Şehdi Tabip arkada bırakacağı hayat ile tek bağlantısı gözüyle bakıp bir takım şeyler söylemek istemiştir. Ağzını bağlayan kumaş parçasından kurtulmaya çalışıp debelenmesi ondan olmasın? Onun son sözüyle yetinmeyip konuşmak istemesinin sebebi de budur belki?
Konuşmak istediğini kim biliyor? Belki de o görmek istemiştir. Kara Durmaz'ın başında kaşlarını çatıp, eli baltalı duruşunu görmek istemiştir. Bunu görüp en son nefesinde, şimdiye kadar bir türlü anlayamadığı hakikati anlamak istemiştir?!
O arada Tabip tepesini korkunç ve sert bir cisme değdirdiğini anladı. O sert cisim ona kemiklerini ufalayan Azrail’in eli gibi göründü. Böyle durumlarda kullanılan gürzünü alıp askerlerin biri başına vurmuştu. Tabibin başı kesilmeden kana bulanmıştı. Kendini kaybeden tabibin kanlar içindeki başını cellat kütüğüne koydular. Kır saçlı baş sanki konuşmak da istememiş, görmek de istememiş bütün isteği o gürzün vuruşunu yemekmiş gibi rahat rahat yatıyordu. Yine kendi diliyle celladın baltası konuşmuştu.
En sona İmam Selman kalmıştı. O ölümünün yaklaşmakta olduğunu gittikçe daha açık hissediyordu. Selman ecel hakkında çok düşünürdü. Bazı adamlara ölecek olmaları yalanmış gibi görünse de Selman onu görebiliyordu. Bir adamın onu görmesi için gözünün bağlı ya da açık olması bir şeyi değiştirmiyordu. O, bu haliyle her şeydi. Böyle apaçık bir şeyin böyle apaçık kendine doğru kayıp, şimdi de böyle yakınına gelmiş olması onu heyecanlandırıyordu. O şimdiye kadar ecelin yeni bir kapının açılması demek olduğunu düşünürdü. O kapı vefat eden insanı karanlıktan aydınlığa çıkarmalıydı.
Gözleri bağlanıp dünya karanlığa çevrilince Selman bu fikirleri tasdik edecek, şimdi de aydınlığın kapısı açılacakmış gibi bir düşünceyle hafifçe sevindi bile. Ama yine de birazcık da olsa bu dünyada yaşama isteği bu kadar yıl beklettikten sonra daha yeni dünyaya gelen kızcağızının şeklinde onun aklından gitmiyordu. Onun bağlı gözleri bebeğinden başka hiçbir şeyi görmüyordu. Bağlı dili kendi kendine sadece o bebek hakkında konuşuyordu. Karısına "Onun adını Rabia koyalım." demeye fırsat bulması ona dünyaya gelip yapması gereken en zaruri işiymiş gibi görünüyor o işi yaptığına seviniyordu. Kara Durmaz'ın "hi-ii.."si ona biri bebeğinin beşiğinden düştüğünü haber vermiş gibi korkunç geldi. O bebeğinin salıncaktan düşmekte olduğunu gördü. Edebileceği bir yardım olmadığı için mi, yoksa bağlı gözleriyle bu olanı nasıl görebildiğine hayret ettiği için mi hareket edemedi, donup kaldı. "Cellat!" diye korkunç bir sesle bağırılması, salıncaktan düşen bebek henüz yere ulaşmadan kafasından geçen bu sahneyi darmaduman etti. Selman'ın gözleri yine karanlığa dönüp gelmişti. O karanlıkta ise Selman hayatının devam ettiğini görüyordu. O bir üstadının ölümü anlatırken kullandığı karşılaştırmayı hatırladı. O, o zaman: "Yumurtanın içinde yatan civcivin çevresini kaplayan kabuğu gagalayıp aydınlık dünyaya, bilmediği, görmediği, hatta anlayamayacağı dünyasına düşüşü gibi insan da öldükten sonra görmediği, bilmediği, hatta aklının almayacağı bir dünyaya düşer." demişti. Selman'ın kulağına gelen baltanın tok sesi sanki o karanlık yerden yumurta kabuğunu gagalayan civcivin gagasının sesiydi. Bununla yeni bir dünyaya düşeceğine daha muhkem inandı. Bütün ömrü boyunca "Acaba nedir?" deyip durduğu rahatlık ona hanımı Gülnesibe'nin kara saçları şeklinde göründü. Kara saçlar onun gözünü kapayacağına ona yumuşak bir rahatlık getirdiler. "Gönül, yürek nedir acaba?" diye bir çok defalar kendi yüreğini göz önüne getirmeye çalışan Selman'a yürek de göründü. O bembeyaz kundağına sarılmış, durmadan elceğizlerini hareket ettiren bebekti. O "Bebek mi yoksa yürek mi, yüreği mi yoksa bebeği mi?" diye sormaya bile gerek duymuyordu kendi kendine. Çünkü aklını hayran eden manzarada onların ikisi tek bir şeye dönmüşlerdi. Selman eceli de gördü. O gerçekten de bir kapı imiş, arkası nurla dolu, kenarlarından ötesindeki ışığı sızdıran bir kapı. Onun başını alıp bu kapının eşiğine koydular. Selman sevincinden şehadet kelimesi getirdi. Kelime-i şehadeti bitirdikten sonra birazcık kaydı ve başını kütüğe daha rahat yatırdı. Celladın baltası bugün için son kez konuştu.
Kim bilir, belki de son değildir. Çünkü henüz günün batmasına biraz daha vakit vardı.
Kara Durmaz her elinde bir içi başlı bohçayı taşıyarak önünden yürüyen tabiplerin yanından geçemedi. O başlar sıradan başlar değildi bir kere. Kesildikten sonra bile onların yanından geçmek kolay değildi. Onların biriyle sohbet etmişti, birine imrenerek, hatta biraz kıskanarak bakmıştı, bir diğerine bildiği bütün güzel sözleri söylemiş, hatta aralarına tuz ekmek hakkı girmişti. Bütün bunlar böyleyken şimdi Kara Durmaz kendi omuzlarının üstünde duran başın, bu başlardan ne fazlalığı olduğunu bilemiyordu. Aralarında tek fark vardı, o da Kara Durmaz'ınki omuzlarının üzerindeydi, onlar ise bohçalarda kanlar içinde yatıyorlardı. Kara Durmaz'ınkine göre o kellelerin kısmeti kötü imiş. Kim bilir içlerindeki fikirler de... Evet, bu meselede bir nokta açıktı, o da bu başların içlerindeki fikirler yüzünden kendilerini taşıyıp duran gövdelerden cüda düştükleriydi. Ne korkunç!
Kara Durmaz onlara katılmadığına şükretti. İmam Selman'ın mescidinde şu an bohçada yatan başlardan üç tanesi, bunlardan başka yine altı yedi adamla birlikte İmam Selman'ı da alıp bir yere gitmişlerdi. Onlar o zaman Kara Durmaz'a da "Hadi!" demişlerdi. Çağıranlar pek yüksek kişiler olsa da o zaman bir mazereti sebebiyle onlardan geri kalmıştı. Belki kendini onlardan aşağı görmüştür. Şimdi ise onlar Kara Durmaz'dan aşağı, diz kapak hizasında bohçalarda sallana sallana gidiyorlar. O gün onun bir mazeret uydurmasına babasının vasiyeti sebep olmuştu. Onun kurtarıcısı yine babasıydı işte. Babasının sözlerini dinlememiş olsaydı, belki şimdi onun başı da bu bohçalar gibi bir bohçanın içinde olurdu. "Başlar" bir türlü onu rahat bırakmıyorlardı. Yarın da vurulması gereken başlar olur. "Devlete karşı çıkmak neyinize gerekti, desenize. Keşke aklı ermeyen havai gençler olsanız. Hiç birinizin aklı benimkinden az değildir. Selman'a baksana, arkasında bunca yıl arzu ettiği çocuğunu bıraktı. Aman Allah'ım, bu işi benim elimle yaptırmasan olmaz mıydı?" Kara Durmaz kendi oğlunu hatırladı. Ama gözlerinin önüne onun yerine onun yaralarının üstüne eğilip, yaralarını kumaş dikiyor gibi diken Şehdi Tabip geldi. Saray tabiplerini yolcu edip döndüğümde "İşte şimdi biz bizeyiz." demişti. Beni kendisinden sayıyordu. Ben ise onun başını vurdum. Babamın öğrettiği gibi ihlasla vurdum. Daha ne yapabilirdim ki? Baltamı atıp kaçmalı mıydım o meydandan? Kaçıp nereye gidebilirdim? Takdirinden kim kaçabilmiş şimdiye kadar? Kaçmakla kurtulmak mümkün olsaydı, o zavallılar da cellat kütüğünden kaçmazlar mıydı? Allah sonunu hayretsin."
Kara Durmaz'ın düşüncelerini akşam ezanı bozdu. O bu kez namaza daha mesuliyetli, Allah'ın önünde secde etmek için, ondan bir şeyler dilemek için durmuş olduğunu sezdi. Namazını yüreğiyle kılıp, Allah'tan kaza beladan korunmayı, tövbelerini kabul edip günahlarını affetmesini diledi.
Evine geldiğinde onu kalbine giren boşluk gibi yalnızlık karşıladı. Çalmasıyla açılmayan kilitli kapıyı yanındaki anahtarıyla açtı. Merallerin evde olmadığını da hissetmedi. Mutfakta üstüne yünlü bir örtü örtülen çayı önüne çekti. Çay henüz soğumamıştı bile. Sadece onun ne zaman demlendiğini öğrenmek için önüne çekmiş gibi Kara Durmaz ondan yalnız bir yudum aldı. Sanki şu an yaptığı bütün hareketleri bir başkası yaptırıyormuş gibi geliyordu. Özellikle Meral’in şimdiye kadar böyle geç saatte evden çıktığı görülmüş şey olmasa da Kara Durmaz buna dikkat bile etmiyordu. Şu an onun en fazla ihtiyaç duyduğu şey yalnızlıktı. Karısı ve oğlu gelmeden başını yastığına gömüp uyumak için kendi odasına geçmek istedi. Ona Meral gelecek: "Nasıl böyle gül gibi adamlara kıyabildin? Şimdi Gülnesibe'nin yüzüne nasıl bakarız? Ben kesmesem bile bir başkası benim başımı da beraber keserdi mi diyeceksin? Şehdi Tabip'e nasıl kıydın? O senin oğlunu ölümden kurtarmamış mıydı daha yeni? Böyle geleceğine başın vurulsaydı da gelmeseydin daha iyi olurdu." diyecek gibi geliyordu. "Yatmakla da bu sorulardan kurtulmak mümkün değil. Ey Allah'ım, bana doğru yolu göster. Günahkar isem cezamı ver. Mahşer gününe bırakma, ben dayanamam."
Kara Durmaz kıbleye dönüp diz çöktü. Oturduğu yerden başını secdeye koyup ağlamaya başladı. O ceza meydanında gözleri bağlı tanış yüzleri görünce "hii-i" deyip içine çektiği bir tek hafif nefesin verdiği sıkıntıdan kurtulmak istiyordu. Bu bir yudum hava onun kursağına tıkılmış, boğazını sıkmıştı. Türlü türlü şeyler düşünerek, içinden kendiyle konuşarak, eski kumaşlara dolanıp götürülen kelleler arasında kendi kellesinin olmadığına şükrederek o bu boğazına tıkılan şeyi yok edememişti. İşte o en sonunda kendine de ceza vermesi için Allah'a yalvarmaya başladıktan sonra yüreğine birazcık genişlik gelmeye başladığını hissetti. Selman'ın ceza vaazındaki bîçareler misaliydi. Kara Durmaz'ın hasretten, kaygıdan, ağır fikirlerden, pişmanlıktan yorulan beyni donmaya başladı. Kara Durmaz beyni uykuya mı gidiyor, yoksa dileği kabul edilip cezasını çekip, bu dünya ile vedalaşıyor mu anlayamadan kendinden geçer gibi olmuştu. Beyninin donması onu korkutmadı. O, bu durumdan kurtulmak için herhangi bir hareket de etmedi. Bilakis kendi kendini gark ediyor gibi gönüllülük ile o donukluğa batıp gidiyordu. Gerçekten de yorgun beyni kendini kurtarmak için bu dünyayı hissetmeyi bıraktı. Kara Durmaz donmuş gibi secdedeki halinden bir tarafına eğildi.
Meral akşam namazı sularında yüreğine tedirginlik düşüp, oğlunun yokluğunu hissetmeye başladı. Önce bir Gülnesibelere gidip baktı. Gülnesibe bu gün gün boyunca Samet‘i görmediğini söyledi. Belki cuma namazından sonra İmam Selman'ın yanında kalmıştır. Akşam namazını kılmak, hem de Selman'a Samet'i sormak için Meral Gülnesibelerden çıkıp mescide vardı. Namazdan sonra oradaki cemaate sordu. Selman'ın cuma namazını kıldırdıktan sonra mescitte fazla oyalanmadan gittiğini, Samet'in de onun yanında olduğunu öğrendi.
"Acaba onlar nereye gittiler? Baksan evlerine gelmeli gibi. Gidecek yeri yok. Aman Rabbim, öğleyin gitmişler, akşam oldu onlar hala ortalıkta yok. Gülnesibe'nin de onlardan haberi yok. Saraya gidip babasına haber mi versem acaba? Hayır, o Selman'dan da pek hoşlanmıyor. Hem de ben söyleyince sarayı bırakıp oğlunu aramaya gidecek değil ya. Ah, o ne yapsın oğulu? Yumruklayıp vurup ya da köpeğine ısırttırıp oğluna gün mü gösterdi? Selman onu bundan sonra göreceği azaplardan korumak için gizliyordur belki. Ben tekrar Gülnesibe'yi göreyim. O mutlaka bir şey biliyordur." Meral karanlık basmaya başlamış da olsa Gülnesibelere gitti. Kara Durmaz da işinden bu aralar her an gelebilirdi. "Gelse de gelişi kurusun, ne yapalım oğlumdan aziz mi?" dese de önce evine varıp Kara Durmaz'a çay demledi, demlediği çayı bastırıp gitti.
Meral rüzgar gibi Gülnesibelere vardı. Samet'i orada bulmaktan henüz ümidini kesmemişti. Ama evde kızcağızı ile Gülnesibe'den başka kimse yoktu. Meral aklına gelen fikirleri söyleyip ne kadar tekrar tekrar sorsa da, Gülnesibe kocasının nerede olduğunu, Samet'i bir yere gizlemek gibi bir fikrinin olup olmadığını bilmediğini söyleyip duruyordu. Meral Gülnesibe'ye küsecek gibi yaptı ama yine de bir sonuç alamadı. Her halde onun hiçbir şeyden haberi olmadığı doğruydu. Eninde sonunda eğer Samet'i Selman gizlemiş bile olsa Kara Durmaz'ın onu zor kullanarak bulduracağı belli bir şeydi. Eğer ikisi beraber gizlenmiş ya da bir yere kaçmışlarsa Kara Durmaz, Gülnesibe'yi rahat bırakmazdı.
"O, hem benim gibi öyle küsüyormuş gibi yapmakla filan da yetinmez. Aman sen de bunlar hiç Selman gibi adamın düşünemeyeceği şeyler mi? Öyleyse o oğlumu alıp nereye gitti acaba? Misafirliğe gittiği bir yere götürmüş olmasın? Belki de Sametcan şimdiye kadar eve gelmiştir bile."
Meral evine koştu. Kapının açık olduğunu görünce oğlu evdeymiş gibi sevindi. Bir yandan da "Oğlum gelmediyse Kara Durmaz'a ne cevap veririm." diye korktu. Eve giremeden kapıda ikirciklenip oyalandı. Ama evden hiç ses gelmiyordu. Yavaşça eve girdi. Kara Durmaz'ın yatak odasının bir köşesinde kıvrılıp yatmakta olduğunu gördü. Meral Samet'i arayarak diğer odaları hızlı hızlı geçti. Samet yoktu. Meral Kara Durmaz'ı kaldırsam mı kaldırmasam mı diye yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal dedikleri gibi tereddüt içinde kaldı.
Kara Durmaz'ı kaldırıp ona oğlunun olmadığını söylese büyük bir gürültü patırtı kopacağını göz önüne getirdi. Kendi kendine kalkıp Samet’in olmadığını kendi anlasa bu sefer de Meral’i "Niçin zamanında bana haber vermedin?" diye kamçılayacağını düşündü. Meral iki arada bir derede geçmek bilmeyen saatlerle baş başa bekledi. O yataksız yorgansız dizini karnına çekmiş yatan kocasının yüzüne baktı. Meral onun yerine geçmeden böyle yatışına ilk defa şahit olmuştu. O aynı yüz, aynı ağırlık. O kocasını istemeyerek uyarmış gibi yapmak için çaydanlığı kaseleri şakırdatarak kaldırdı. Uyanmadı mı acaba diye tereddüt içinde geri baktı. Kara Durmaz uyanmamıştı.
Bu ara kapı çalındı. Meral bunun Samet olduğunu sandı. Dünyayı unutup kapıya doğru koştu. Daha kapıya varmadan "Samet!" diye bağırdı. Ama ona kapıyı daha güçlü çalarak cevap verdiler. Bunu bekliyormuş gibi Kara Durmaz da evden çıktı.
"Size acele saraya gelmenizi bildiren buyrukla geldik."
"Hemen giyinir gelirim."
"Hayır, sizi biz götüreceğiz."
"Ne oldu böyle? Şimdi üstümü değiştireyim, beraber gitmemiz gerekiyorsa yine gideriz."
Kara Durmaz eve girip Meral’i çağırdı.
"Samet uykuda mı? Bırak uyusun. O senin korkakcığın ya. O benim mesleğimi devam ettiremez. Aslında lüzumu da yok. Meslek kıtlığı yok ya. Sonra geniş bir zamanda üçümüz bu meseleyi konuşuruz... Sen şimdi doğru Gülnesibe'nin yanına git. Bugün köşkte Selman öldürüldü. Şehdi Tabip de... Erkenden, namazdan önce yanına birini alıp saraya gelsin ben onların cesetlerini çıkarmaya yardım edeyim. Fakat öyle ağlayıp inleyip durmayın... Dilinizi, kendinizi sağlam tutun. Kısmetleridir zavallıların. Tamam, şimdi ben gidiyorum."
Meral askerlerin önüne düşüp karanlığa karışıp giden kocasına hayret etti. O şimdiki değil, eski Kara Durmaz'dı. Sesinin mülayimliği, gözündeki tasa... Onun en son o eski günlerdeki gibi "Tamam, şimdi ben gidiyorum." diye vedalaşmasının üstünden kaç yıl geçmişti acaba? O neler söyledi öyle? "Gülnesibe…" Meral dışarının karanlık olmasına filan bakmadan Gülnesibelere doğru seyirtti.
Gülnesibe de bu geceyi yatmadan geçirdi. Akşam üstü Meral'in arkasından atlı kovalıyor gibi panik içinde Samet'i aramaya gelmesi onun tedirginliğinin başlangıcı oldu. Meral'in sonra tekrar gelip Selman'ın cuma namazını kıldıktan sonra mescide de gitmemiş olduğunu söyleyip anlaşılmaz şeyler söylemiş olması onu iyice kaygılandırmıştı. "Selman Samet'i ne diye gizlesin? Hiç o bana da söylemeden Samet'i de alıp uzak memleketlere kaçar gider mi? Meral'in aklından zoru mu var ki kafasına böyle anlamsız vesveseler geliyor. Peki ama Selman nereye gitti? Yoksa Samet'e acıyıp hiç olmayacak bir delilik mi etti gerçekten? Her halde her ne yapsa da benden habersiz yapmazdı."
Gülnesibe'nin iki gözü birden kapıya çakılmıştı. Kocasının kucağı bebekli hanımını yalnız bırakıp bu kadar bekletmesini neye yoracağını bilemiyordu. Selman kolay kolay evinden başka yerde yatmazdı. Eğer başka bir yerde yatmak zorunda kalsa da mutlaka birisiyle haber gönderirdi. Bu gece ise ne haber geldi, ne kendisi. Meral gelip gittikten sonra bir türlü heyecanını yatıştıramayan Gülnesibe oturuyor kalkıyor bir türlü rahatlayamıyordu. Küçük bir gürültü olsa hemen o tarafa dönüyor, tüyleri diken diken oluyordu. Onu kaygılandıran sadece kocası değildi. Samet ve Meral de onu tasalandırıyordu. "Samet bulunmazsa Kara Durmaz onu öldürmese de sağlam bırakmaz." diye aklından geçirirken kapı hafifçe tıkırdadı. O çabucak kapıyı açtı. Kapının ağzındaki Meral kireç gibi yüzüyle bekliyordu. Eve girmeye çekiniyor gibi, ne yapacağını bilmez haldeydi.
"Çabucak gir, kapıyı kilitleyeyim. Gelse de açamaz."
"Ecel geldi mi kapının kilidine bakmıyormuş kardeş."
"Bir çaresi bulunur, korkma."
"Ne çaresi olsun ölümün. O kaçsan tutar, saklansan bulur."
"Selman'a da ne oldu anlamıyorum, hala gelmedi. Dur ben ışığı söndüreyim."
"Işığımız çoktan söndü, çoktan söndü. Selman da artık gelmez kardeş."
"Meral anlaşılır şekilde konuşsana sen. Selman niçin gelmezmiş?"
"Söyleyemiyorsam nasıl söyleyeyim, Nesibe?"
Meral, arkadaşını kucaklayıp ağlamaya başladı.
"Her ne olduysa da söyle. Hani Selman? Samet bulundu mu?"
"Hayır, Nesibecan, bana da Kara Durmaz söyledi. O sarayda öldürülmüş. 'Sabah namazından önce gelin cenazesini çıkarmaya yardım edeyim.' dedi. 'Dilinize sahip olun, ağlayıp inlemeyin.' dedi. İşimiz bitti kardeş."
"Kara Durmaz kendisi nerede şimdi?"
"Saraya götürdüler."
Meral buraya kadar dirayetli, güçlü, hiçbir zorluğa eyvallah etmeyecek gibi görünen Gülnesibe'nin gözleri önünde omuzlarının daraldığını, bir tutamcık zavallı bir kadına döndüğünü gördü. Ama bu durum uzun sürmedi. Gülnesibe kısa sürede yine eski haline hatta eskisinden de dirayetli bir şekle girip gözünü budaktan sakınmaz birine döndü."
"Ben şimdi gideyim. Sen kızımın yanında kal. Kapıyı kim çalarsa çalsın açma. Işığı da söndür. Ben çabucak dönmeye çalışırım."
Bu dirayetli kadının, sanki kocası pazara gitmiş de o da arkasından yükünü taşımaya yardım etmek için gidiyor gibi kendinden emin hareketini Meral hayranlıkla seyrediyordu.
Gülnesibe saraya geldiğinde askerler her tarafı sarmıştı. Atlıların arasından geçip saraya nasıl girebileceğini düşünürken birinin: "Gülnesibe Hatun!"diye kendine seslendiğini duydu. Bu süvari daha önce bir sefer gece gelip Selman'ı evden almış götürmüştü. O zaman Selman'ı evine çağıran emirin büyük vezirlerinden biri imiş. O gece dönmeyeceğini söyleyip giden Selman ertesi gün sabah namazından sonra dönmüş, "Emirin yanında böyle akıllı adamların olması da iyi bir şey." diyerek geceki misafirliğinden memnuniyetini dile getirmişti. Sohbet arasında o vezirin adını da söylemişti. Gülnesibe'nin şimdiki niyeti o veziri görüp, Kara Durmaz'ın verdiği haberin gerçeğini öğrenmekti. Ama bu adını söyleyip kendine seslenen atlıyı o tanımamıştı. Gülnesibe tanımasa da şu an tanıyormuş gibi yapmalıydı.
"Hanım, yeni emir sizi sabahleyin herkesten evvel kabul etmeyi düşünüyordu. Sizi alıp gelmeyi de bana buyurmuştu."
"Acaba sabaha bırakmadan şimdi kabul edemez mi?"
"Ben onu derhal öğrenip geleyim, hem de geldiğinizi haber vereyim."
Asker saraya girdi. Gülnesibe kendisinin böyle ilgiyle karşılanmasını garipsemişti. "Yeni emir dediği de kim oluyor ki? Eski emire ne olmuş acaba?" diye düşünen Gülnesibe'nin fazla beklemesi gerekmedi. Onu muhafızların arasından geçirip saraya aldılar. Meğer şu an tahtın üstünde oturmakta olan yeni emir Selman'ı evinde misafir alan vezir imiş.
"İmam Selman gibi adamlar bu dünyaya seyrek gelir. Böyle bir adamın hayat arkadaşı olmak da büyük bir talihtir. Biz onunla birçok defa bir iki saat bir sefer de gece sabaha kadar sohbet etmiştik. İşte o zaman o, yüksek insaniyeti, duru feraseti, derin ilmiyle yüreğimize yerleşmiş, orada ölümsüz bir yer edinmişti kendine. Siz ise bahtlı bir insansınız çünkü onunla bir ömrü beraber geçirmek şerefiyle şereflendiniz.
Adaletsiz, azgın, halka kan kusturan hükümdarı hiç kan dökmeden devirmek istiyorduk ama bu mümkün olmadı. Bu arada dökülen kanın içinde İmam Selman'ın temiz kanının da olmasına ben hem tüm kalbimle üzülüyorum, hem de yüreğimin derinliklerinde parlayan bir sevinç kıvılcımı olduğunu saklayamayacağım. Çünkü bu işte başını veren şehittir. Onlar Sırat köprüsünden geçmeden, sorgu sual görmeden cennete varırlar. Allah şefaatlerini nasip etsin.
Yere bakıp, gözlerinizden inci gibi damlalarınızı dökmeyin. Size yakışan başınızı dik tutmaktır. İmam Selman'ın ismi bu memleketin tarihine altın harflerle yazılır. Şu an üzüntüden parça parça olan kalbimizde onun ismini sonsuza kadar taşıyacağız. Yarın şehitlerimize en büyük mertebeleri verir, onları en güzel şekilde kendileri için yaptırılacak kubbelerin altına defnederiz. Kendileri hayatta olmasa da onların adları bizim sokaklarımıza, şehirlerimize takılır. Arkada bıraktıklarının geçimi saray tarafından karşılanır. Sizin her istediğinizi yerine getirmeye biz kendimiz için büyük sevaplar kazanmak için verilmiş bir imkan nazarıyla bakarız..."
Bundan fazla dayanamayıp dizinde takat kalmayan Gülnesibe, sarayın mermer zeminine kendini bırakıverdi. Yeni emir: "Su getirin." diye bağırdı. Getirilen suyu tahtından inip Gülnesibe'ye kendi elleriyle uzattı.
"Sağ olun hünkarım. Bir damlacık kanımı affederseniz sizden bir şey rica edeceğim."
"Ricanız bizim için emirdir. Gözüm başım üstüne."
"Eski emirin celladı Kara Durmaz'ın başını vurdurmamanızı rica ediyorum."
"O niçin Gülnesibe Hatun? O..."
"Biliyorum hünkarım. Sözünüzü bitirmeden bırakarak ne anlatmak istediğinizi anlıyorum. Fakat o, bütün bir ömür boyu sadece kendisine emredilen buyruğu yerine getirerek yaşadı. Ne suç işlendiyse de o bu suça kasten karışmamıştır. Onun için gelin biz de kasten onun başını vurdurmayalım. Tam azat etmeseniz de onun canını bağışlayın, ömür boyu zindana attırın."
"Peki hanım. Emirin sözü bir olur. Sizin ricanızı yerine getirmeye söz verdiğim için 'Onun başını vurun.' diye çıkardığım fermanı, 'Onu ömür boyu zindana atın.' fermanıyla değiştiriyorum...
Gülnesibe'yi bir atlı arabayla saraydan alıp evine bıraktılar. O evine dönerken İmam Selman'ın namaz kıldırdığı mescitte sabah ezanı okunuyordu. Bu ezan sesinden mi, evine dönüp yetim kızını görünce mi, yoksa bu yabancı memlekette içini dökebildiği tek dostu Meral'i görmesiyle mi, her nedense Gülnesibe hıçkıra hıçkıra ağladı. Yüzüstü düşüp ağlamaya başlayan arkadaşının baş ucuna geçip Meral de hem kendi derdi için, hem arkadaşının derdi için ağlamaya başladı. Şimdi bir baksan hiçbir güç onları teselli edemeyecek gibiydi. Hıçkırıklarla uyanan beşikte yatan kızcağız kulaklarını dikti, hiçbir şey anlayamadı ve ne yapacağını bilemedi. Sonunda o da ağlamaya başladı. Kızının sesi Gülnesibe'yi kaldırdı, Meral'i gözyaşlarını silip çocuğu kucağına almaya mecbur etti. Ağlamasıyla büyüklerin sesini kesen çocuk kendisi de fazla ağlamadan sustu.
Sabah namazından sonra fazla vakit kaybetmeden tellallar şehirde devletin idarecilerinin değiştiğini ilan ettiler. Ondan sonra saraydaki büyük vezirlerden birinin, ordudan meşhur bir serdarın, İmam Selman'ın ve Şehdi Tabip'in düşmanlar tarafından şehit edildiğini haber verdiler. Yurtta yedi gün yas ilan edip şehitleri muhteşem bir törenle son yolculuklarına uğurladılar. Yedi gün yas tuttukları zaman da, hatta şehitleri mezarlıkta defnederken de şehir halkı birbirinden darbe hakkında yeni yeni haberler duymanın, duyduklarını duyurmanın keyfini çıkarıyordu. Gören de yok ama duyulanlara bakarsan emire karşı ağız birliği edenler iki gruba bölünmüş. Biri şu an emir olan vezirin taraftarları, diğeri ise öldürülen vezirin taraftarları. Şimdiki emir darbeye bir gün kala sonradan taht kavgası olmasın diye emirin bizzat kendine diğer grubun adamlarını eliyle satmış. Bu yolla o hem rakiblerini bertaraf etmiş, hem de emirin kendine güvenmesini sağlamış. Emirin muhafızları da emirin hakiki düşmanlarını yakaladık diye dikkati bir kenara koymuşlar. Fırsat gözleyen yeni emir, işte vakti geldi diye eski emiri kendi eliyle öldürüp tahta geçmiş...
Bu dedi kodular şehir halkının arasında dalga dalga yayılsa da o facialı günün gecesinde vurulmaya itilip kakılmaya hatta ölüme de razı olan Meral’i ilgilendirmiyordu. O oğlu hakkında hatta küçük bir dedi kodu bile işitmiyordu. İlk başlarda ona oğlu da Selmanlarla beraber basılıp cezalandı mı diye bir korku geldi. Küçük bir çocuğa ölüm cezası verilmese de kamçılanıp koyverilmesi ihtimal dahilindeydi. Ama böyle bir ceza verilmiş olsaydı o da mutlaka söylenecek gibiydi. Gülnesibe yeni emirden Kara Durmaz'ın canının bağışlanmasını dilediği zaman cezalandırılanlar arasında celladın oğlu da bulunsaydı onu mutlaka söylerlerdi. Bunun için Kara Durmaz'ın cezasını hafifletebileceklerini belirtirlerdi. Belki de Selman Samet'i kaçırmak için vakit bulmuştur? Hiçbir şey kesin değildi. Samet hakkında tek bir haber vardı, o da bir adamın onu kervansarayın yanında gördüğü haberiydi...
Boşalan evde Meral tek başına elleri koynunda kalmıştı. Öyle de olsa o bu evi terk edip gitmenin çaresini bulamıyordu. Şimdi aslıda dört yanı açık. Ne onu durduracak, ne de "Nereye gittin?" diye arayacak kimsecikler yok. Dört tarafı açık olsa da o hatta yiten oğlunu aramak için bile on dört yıldır girip çıkıp o günlerin yarısını her türlü sıkıntıyla geçirdiği evinden çıkıp gidemeden oturuyordu. Şimdiye kadar bir kez de değil, birçok kez o bu eve düştüğü güne lanet etmişti. Şimdi ise boşaldıktan sonra daha da genişlemiş gibi görünen bu ev sanki gizli bir güçle onu kendi haline bırakmıyor, çıkıp gitmesine izin vermiyordu. O güç tutsak yatan Kara Durmaz'ın acizliğinin gücü de değildi. Meral pek ona kıyamayacak gibi görünmüyordu.
İşte Samet’in yürümeyi öğrenmeye çalışırken ayaklarının titreyip düştüğü yer. İşte babasının onun saçlarını ilk kestiği yer. "Anne lafzullahı yazmayı öğrendim, yazıvereyim mi?" dediği, duvarın üstüne acemice ama bir o kadar da sevimli "Allah" yazdığı yer. Belki de böyle şeylerdir onu ipsiz zincirsiz bu yere bağlayan. Onu burada tutan belki de yalnızlığıdır.
Samet’in o ilk yazısını evi tamir eden ustalar da üstünü boyayıp ya da kazıyıp yok etmemişlerdi. Meral şimdi o yazıyı Kabe’de Hacer‘ül-esved’i öpen hacılar gibi öpüp ağlıyordu. Samet’in büyük yola düşüp giderken geri dönüp bakışını gözünün önüne getiriyordu. Bu şekli ona o gün Gülnesibelere varmadan peşine takıp alıp geldiği zamandan hatıra kalmıştı. Her nedense o gün sanki bunun son görüşü olduğunu sezmiş gibi oğluna daha bir içten bakmış, onun şeklini bütün benliğine kazımıştı sanki. "Geri dönüp dönüp bakarak yüreğimi çekip koparan yavrum, şimdi nerelerdesin?"
İyi ki hiç değilse Gülnesibe vardı. Yoksa kendini ateşin içine atılmış gibi hisseden Meral ne yapacağını da bilemeyecekti. Meral Kara Durmaz'ın kanını Gülnesibe'nin bizzat yeni emirin kendisinden dileyip aldığını işitti. O buna çok şaşırdı. Kocasının başını vuran celladın günahının affedilmesini Gülnesibe'nin ne diye rica ettiğini hiç anlayamadı. Böyle bir büyüklüğü kendinin asla başaramayacağını itiraf ederek Gülnesibe'ye teşekkür etti.
"Biliyorsun, ben Kara Durmaz’dan köpeğinden nefret ettiğimden daha fazla nerfet ediyordum. Samet'imin yitmesinde de onun büyük suçu vardır. Samet ondan kurtulmak için ne olsa yapardı. Benim için o aydınlık günümün önünü kapatan kara perdeydi. Sonra birden o perde sıyrıldı. Bir de baksam omurgamın iliği yolunmuş gibi oldum. Onu senin niçin ölümden kurtardığını bilmiyorum. Ama bir şeyi iyi biliyorum, bu iyiliğini ömrümün sonuna kadar hizmetinde gezsem de ödeyemem. Allah razı olsun ablacığım."
"Hepimizden Meral. Kara Durmaz ölmedi, Samet de diridir inşallah. Selman ise şimdi yok, onun kızı Rabia yetim kaldı. Bu elbette Allah'ın işidir. Ben Selman'a Bağdat'a göçelim demiştim de bir keresinde: 'Ben bu yurttan göçebilir miyim acaba? İçimden bir ses sonsuza kadar burada kalmak için geldiğimi söylüyor.' demişti. Ah, şimdi anlıyorum onun ne demek istediğini. O zaman ise: 'Şakası bile kötü.' demiştim. O benim yüreğimdeki bağımdı, arkamı yasladığım dağımdı. Geride bir oğlu kalmış olsa yine böyle üzülmezdim belki ama. Ben ona bir oğul da doğuramadım. Sametcan gibi bir oğlum olsa diyordum."
"Samet senin de oğlundur. Ben bunu senin derdini hafifletmek için demiyorum. Anası olarak, ana yüreğimden söylüyorum."
"Ben sana inanıyorum Meral. Şimdi yanımızda olsaydı ikimizin yarasına da merhem olurdu. Elimiz çocuklu onu arayıp bulmak da bizin elimizden gelecek iş değil. Onu aramaya gönderebileceğimiz bir adamımız da yok. Bu kavga gürültüden çıkan toz biraz yatışsın emirin yanına çıkıp Kara Durmaz'ı bırakmasını rica edeceğim, kim bilir belki faydası olur. Sonra o kendisi arar. Meralcan, Kara Durmaz'a yaptığım yardımı garipseme. O cellat haline bize sarayın sırrını açtı, Selman'ın öldüğünü haber verdi. Ertesi gün de onun cesedini kaçırmak için elinden gelen yardımı edeceğini söyledi. Benim yüreğim de tıpkı onunki gibi etten iken onun bu iyiliğine iyilikle karşılık vermezsem bu o bir parçacık etin çürüyüp gittiği anlamına gelmez mi?"
Gülnesibe'nin Kara Durmaz'ı tutsaklıktan kurtarmak konusundaki fikri o sıralar gerçekleşmedi. "Böyle işler kolay kolay istediğin gibi hemen halledilmez elbette." diye kendi kendilerini teselli eden iki biçare aşağı yukarı her gece Samet'i yad ediyorlar, ona bugün ne olabileceğini tahmin etmeye çalışıyorlardı. Ama bu tahminleri, hesapları hep belli bir neticeye varmadan öylece kalıyordu. Gülnesibe Meral'in isteği üzerine evlerini sattı. Onun yanına göçüp geldi. Evin parasını sonra Samet'i aramak için kullanırız düşüncesiyle bir kenara koydular...

(Devam edecek.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar